Kaptanların en büyük kılavuzu Deniz fenerleri
Selim İleri, İstanbul’un deniz fenerlerini yazdı. Denizin ve karanın bekçisi deniz fenerlerinin edebiyatımızdaki izlerine değinen İleri, onların gizli öyküsünü anlatıyor. Çoğu kere yanlarından geçip gittiğimiz İstanbul’un iki yakasına dizilmiş onlarca deniz feneri, bıkmadan usanmadan gülümsüyor şehre.
Rumeli Feneri’nden Yeşilköy’e, Ahırkapı’dan Haydarpaşa’ya kadar İstanbul’un yanıp sönen fenerleri, Selim İleri’nin incelikli kaleminden...
Önce hangisinden başlamalıyım? Anadolu yakasındaki deniz fenerleri mi, Rumeli yakasındakiler mi? Geçen akşam Anadolukavağı’na gittik; fener burundaydı. Bu yaz başı, bir akşam da, Rumeli Türkeli Feneri’ni seyredip durmuştum. Fenerler beni her zaman, bilmem neden, hüzünlere çekip götürdü. Belki Dağlarca’nın dizeleri sebep bu hüzne, içe kapanışa:
“Yüreğin mi daralıyor, yıldız ışığında, / Bırak anılar gitsin biraz daha geri. / Ruhu götürmeden vakit yürüyebilir, / Düşün nasıl durmuş sabırla yüzlerce yıl, / Hep bu benekte bu deniz feneri.”
Hepsi orada, yerli yerinde, Dikilikaya’nınki, Büyükdere’ninki, Ahırkapı’da unutamadığım fener, karşıda Kanlıca Feneri, hele Kızkulesi ve Haydarpaşa, Haydarpaşa hem de dört feneriyle…
Deniz fenerlerini güçlü bir romandan tanıdım diyebilirim, Virginia Woolf’un Deniz Feneri’nden, To the Lighthouse. Oraya, deniz fenerine gitmek isteği bu romandan sonra Naciye Akseki Öncül’ün o kadar güzel çevirisinden sonra. Her Gece Bodrum’u yazarken, Bodrum’da, dalgakırandaki fenerler bana hep Virginia Woolf’un feneri gibi gelmişti, biri yeşil, biri kırmızı, dönenip duran.
İstanbul’un birçok deniz feneri arasında, benim için özel yeri olan, Haydarpaşa’daki fenerlerdir; demin andım. Gerek anneannemlerin, gerekse teyzemlerin Kadıköyü’nde oturdukları evler deniz manzaralıydı. Haydarpaşa’daki fenerlere bakardım pencereden. Yıllarca onlarla iç içe, göz göze. Sonra, Safiye Erol’un 1930’larda kaleme aldığı Kadıköyü’nün Romanı’nı okuyunca şaşırdım: Yazar, fenerleri uzun uzadıya tasvir ediyordu. Bir şehrin tarihî sürekliliğini bazan deniz fenerleri bile yaşatabiliyor…
Bazan Cankurtaran Feneri diyorum, fakat asıl adı Ahırkapı. İkinci fenerim, hatıralar arasında, bu fenerdir. Bu fener, bu semt! 1970’li yıllarda, yazar olma tutkusunun pençesinde, Cankurtaran’da, deniz fenerinin az berisinde bir lokanta, adı Karışma Sen. Karışma Sen’deki unutulmaz akşam yemeğinde Behçet Necatigil, Necati Cumalı, Doğan Hızlan var.
Karışma Sen’e birçok kez gideceğim, uzun yıllar içinde. Biraz ötede de irili ufaklı çay bahçeleri diziliydi. Hele yaz geceleri, çay bahçeleri şenlikliydi, çevrede oturanlara soluk alma bucağı. Yaşlı bir satıcı, el arabasında, fındık fıstığı, kuruyemişleriyle geçerdi.
Karışma Sen’den çıkınca Ahırkapı Feneri’ne kadar yürürdük. Gecede ışığı, yanıp sönüyormuşçasına…
Bir de gündüz görülen fenerler, bembeyaz; ışığı yanmayan. Çok küçüktüm, Beylerbeyi Feneri öyle, hayal meyal. Beylerbeyi tepelerinde, Madam ‘Şarlot’ adında bir hanımın evine gitmiştik. Madam Şarlot kimdir, bilmiyorum. Artık öğrenmeme imkân yok. Tepelerde, çok eski ve ahşap bir köşk, hatırladığım. Madam Şarlot herhalde Fransızdı. Çok hoş, havalı ama yaşını başını almış. Anneme gri, deri bir çanta hediye etmişti. (Bu çantaya bir isim takıldı: Madam Şarlot Çantası. İşte, sanki bir aile anısı.)
O ev, o evin yüksek sütunlu, o mermer sütunlar üstüne oturtulmuş giriş bölümü, yerdeki mermer taşlar ve köşkün, âdeta bir koru içinde oluşu. Orada tek başına yaşayan bir Madam Şarlot. Öyküsü yazılabilirdi… Sonra, köşkün balkonuna çıkmıştık, Beylerbeyi Feneri’ni de öylece görmüştüm.
Anadolu Feneri de çocukluğumdan kalma. Anadolukavağı çocukluğumda askerî alandı. Bu sebeple, oraya vapurla gidilirdi. Bir noktadan sonra karadan yol yoktu. Anadolukavağı’na kadar vapurla gidiyor ve aynı vapurla dönüyorsunuz. Bunlar, dar imkânlı ailelerin yaz gezileri, vapur gezintileriydi. Ama bir akşam terslik oluyor: Gittiğimiz vapurun meğer dönüşü yokmuş. Babam vapur tarifesinde fark etmemiş. Gece, saat on buçuk suları. Babam askeriyeye baş vuruyor; Üsküdar’a kadar askerî jeep’le dönüyoruz. Çocukluk için büyük macera.
Anadolukavağı ve fenerin olduğu köy, bugün hâlâ İstanbul’un İstanbul olarak kaldığı son yerlerden biri. Eski romanlarda, “Boğaziçi’nin uzak köyleri”nden söz açılır. Hiçbiri kalmadı artık sanırsınız; ama Anadolukavağı’nda eski köy yaşamını sürdürüyor. Gerçek bir İstanbul köyü.
Rumelikavağı da öyle. Şehir ortasındaki dağdağadan kaçmak için en uygun mekânlardan biri. Hele fenerine kadar uzanacaksanız… Deniz feneri dendiğinde, gözümüzün önüne gelen, o, dalgalar arasında çakan fener görüntüsüne Rumeli Feneri’nde erişebilirsiniz.
Zaten deniz fenerleri en çok hırçın, açık denizlere yaraşıyor.
Hemen Şile Feneri, madem hırçın deniz dedim. Kırık Bir Aşk Hikâyesi’nin çekimleri için yer arıyorduk, Ömer Kavur Şile’yi düşünmüştü. İlk filmi, çok sevdiğim Yatık Emine’yi Şile’de çekmiş. Yola koyulduk; Şile’yi bir ilkbahar gününde yakaladık. Gerçi Kırık Bir Aşk Hikâyesi Ayvalık’ta çekildi. Ama o Şile gününden geriye dostluk dolu öğle yemeğinin anısı kaldı.
Bakın, Şile Feneri bembeyazlık kuralına uymaz; siyah ve beyaz şeritlidir. Kayalıklar üzerinde durur. Görkemlidir. E büyük deniz fenerlerinden biri. Bu kış sonu yine Şile’ye gitmiştim; birkaç yıl önce Şile Feneri Müzesi’nin açılmış olduğunu öğrendim. Gelgelelim müzeyi hâlâ gezemedim.
Denizde, kıyılarda, İstanbul’da zikzaklar çizmeye devam ediyorum. Şimdi Kızkulesi: Bu söylenceli, efsaneli fener elbette Bizans’ı söyleyip durur. Türk resminin ustalarını da söyler. Ama Kızkulesi bende, Çelik Gülersoy’un bir yazısıyla yaşıyor. Gülersoy, o yazıda, ışıklandırılmış Kızkulesi’nin görüntüsünü kendi ablasının düğünündeki gelinlikli haline benzetiyordu: Beyaz gelinlik, gümüşî simler: Etkilenmemek elde değil.
Ahırkapı Feneri’nden sonra, ta uçtaki Yeşilköy Feneri, yanılmıyorsam, Rumeli yakasının son feneridir. Orada gençlik hatıralarım var. İlkgençliğimin sonunda, hemen hemen bütün arkadaşlarım, ne hikmetse, Ataköy’de, Yeşilyurt’ta ve Yeşilköy’de oturuyorlardı. Üşenmez, Teşvikiye’den kalkıp Yeşilköy’e giderdim. Çay bahçeleri, pastaneler, balık lokantaları. Sonra da. Yeşilköy Feneri o günlerden kalma.
Doğumumdan üç yıl önce yapılmış Bostancı Feneri’nin pek bir özelliği yoktur. Ne var ki, bu iddiasız fener, Adalar’a gidişi haber verir. Bostancı İskelesi’ndesiniz, az sonra Ada vapuru kalkacak, sırasıyla, Kınalı’dan Büyükada’ya, hangisinde bir yaz günü geçirmek istiyorsanız…
Büyükada’da, Maden’de hafta sonları kaldığım yaz, Bostancı İskelesi’ne gelince, martılarla donanmış deniz fenerinden yaz duyguları, yaz duyuşları kuşanırdım. Vapur kalkar, uzaklaşır; fener sahilde git git kaybolurdu.
Bugünkü Fenerbahçe’yle çocukluğumun Fenerbahçe’si ancak bir iki evde -nasılsa korunmuş, ayakta kalabilmiş bir iki ev, villa-, bir de deniz fenerinde örtüşüyor. Yoksa her şey değişti Fenerbahçe’de.
Şifa’da bir kayıkhane vardı, Esma Hanım’ların kayıkhanesi, beni okuyanlar hatırlayacak. Şifa, Moda civarında oturanların hemen hepsinin kayıkları vardı. Yaz günleri kayıklarla açılınır, denize kayıktan girilirdi. Ama yaz geceleri de, en az iki üç kez, Esma Hanım’ların kayıkhanesinden çıkılır, Fenerbahçe Feneri’ne kadar uzanılırdı.
Ressamların feneri denebilir. Fenerbahçe Feneri resimleri arasında Civanyan’ınkileri çok severim; çünkü geçmiş zamanı yakalarım. Günümüz ustalarından ise, Mustafa Pilevneli’ninkileri.
Civanyan imzalı resimler daha karanlık, daha yaslı, romantiktir. Mustafa Pilevneli imzalılar, ışıl ışıl, yakamozlu, handiyse küçük deniz kabuklu ve güneşten örülü renklerle bezenmiş. Zaten Fenerbahçe Feneri daima bir yaz günü feneri, gönlümde ve hatıramda.
Dağlarca’nın acı -ve kırık umutlu- dizeleriyle noktalıyorum:
“Bir uğursuzlukla ağır ve yorgun, / Bütün insanlar bitti sanırsınız, / Deniz feneri gülümser.”
Gülümsüyor…
Kaynak: Selim İLERİ-Zaman Gazetesi



































